30 Nisan 2011 Cumartesi

Ervah-ı Ezelden..

Öyle bir sarmaladı ki bu türkü beni..

"bir gülümü yüz bin zara yazmışlar.."


Ahmet'in tellerini kurşunlamalı..

Böyle değildi bu şiir bilirim. Az önce Ahmet Telli şiirlerine dalmışken,

"Ömrüm diyorum şimdi, ömrüm
Üzgün bir çocuksun sen ve yalnız
Öyle kal çünkü bu dünyada
Sana en çok mutsuzluk yakışıyor"


çıktı karşıma. Hadi oradan çektim içimden Ahmet Telli'ye. Mutlu olmak varken bu hüzün sevgisi niye. Hemen bir sonraki şiirinde kapağı yapıştırdı sağolsun.

"Hiç kimse yakıştırmamıştır hüznü kendine
hüzünler ki aşkın ve şiirin
yıllanmış şarabıdır
damıtılmış acıların imbiğinden
hüzünler ki şairlerin yüreğinde uçuşan
sararmış çiçek tozlarıdır

biraz da şairlere özgüdür hüzün"


Eyvallah usta.
Eyvallah.

Ben giderim Batum'a da..

Bu hanım ablayı hiç sevemedim çıktığı günden beri. ama klibinde asıl memleketimi göstermiş bir sürü. türküyü de gayet hoş ve yumuşak okumuş.

Bunca yıllık madenciyim..

böyle damar görmedim.




"kanma sever gibi göründüğüne, seni sevmiyorum diyecek bir gün."

29 Nisan 2011 Cuma

Zor artık..

Olsun be! demek de zor artık
Çocuk düşlerimiz bile yok artık..

Ne kaldı ki bizden geriye o zaman?

Haşhaşlı Çörekle Güzellik Sırları..



Gerçekten haşhaşlı çörekle güzelleşebileceğini zannederek bu yazıya gelen hanımefendiler ve beyfendilere bir çift sözüm var. Şu andan itibaren ocak dışısınız. (Devlet Bahçeli hocanın son yirmi yılda ettiği en güzel sözdür bu.)

Masamın üstü dağınık, yaklaşık üç ay önce yan devrilip hala müdahale edilmediği için yan duran apörlörün teki var mesela. sonra okunup kenara konmuş bir “dar kapı“, yan yana duran ve mutfağa sürekli su içmeye gitmemek için kullanılan büyük iki adet bardak, prenses kahverengi şekilli şeker, (hayatımdaki tek entel nesnesi bu kahverengi şekerler, doğal beslendiğimi düşündürtüyor bana ve iyi hissediyorum kendimi.) karşımdaki duvarda bir buvat var. buvat sözcüğünü hatırladığım ve bildiğim için kendimle çelişkiye düşmüş olsam da gayet iyiyim aslında. Sol tarafımdaki kitaplık gençliğim, kitaplığın üstündeki tablo hüznüm, sağ tarafımdaki duvar kalbim. Arada kafamı vuruyorum, duvardaki yalıtım sisteminden dolayı hoş bir ses çıkıyor, kaliteli bir evde oturuyorsanız tavsiye etmem bunu yalnız. Toki sağolsun, duvara çivi sokunca kendiliğinden karşıya geçiyor, çekiçe bile gerek yok, insan odaklı bir yapılanma.

Aklıma durup durup andımız geliyor. Hatta gittim google’da aradım, “andımız neydi lan bizim” diye. Bir kez okutmuştum ben bunu Bursa Atatürk İlköğretim Okulu’nun merdivenlerinden, sanırım çocukluğumun en heyecanlı ve stres dolu günlerinden birisiydi. Bir okulda tam beş sene okuyup müdür yardımcısının odasını bile bilmeyen bir çocuktum ben. Nöbetçi olduğum bir gün hocanın teki bir iş vermişti de, haber iletmemi istediği hocayı tanımadığım için gün sonuna kadar köşe bucak saklanmıştım. Ben kendi ilkokulunu bile hatırlamayan bir çocuğum. altmış üç kişilik bir sınıfta öğretmenimle ilgili tek hatırladığım birinci sınıfta yediğim tokat. elbette saçlarım üç numara kesilmişti ve elbette kafama vurmuştu adam. Beş senemi geçirdiğim sınıfım hakkında hiç bir şey hatırlamıyorum. Haşhaşı kısmam gerek sanırım biraz. Anadolu imam hatip lisesini kazandığımda Bekir Hocam burun kıvırarak “nerden buldun lan o okulu” diye sormuştu. Babam da imam olduğu için “imamın oğlu” diye çağırırdı beni bazen. Arkadaş yedi yaşından itibaren ulusalcı öfkesiyle muhatap olmuş bir çocukmuşum. Sınıf annemizin varlığı bile bir mahalle baskısıydı yahu çocuk aklıma. Modern Atatürk kadını görünüşlü bir sınıf annesi, müzik dersine org’la gelen zengin kızları, bukle bukle saçlarıyla salınan zengin kızları, ve kelden hallice üç numara kafasıyla çingen kızı bahriye’yle oturan Ahmet. (Bahriye’nin saçları uzundu hakkını yemeyeyim, üç numara kel olan bendim.) Vay babam vay. O kadar çok unutmak istemişim ki o günleri, sonunda hatırlamak için haşhaşı dayamak gerekmiş demek ki zihnime.

Beypazarı sodası kalmamıştı markette, portakallı bir acayip soda içiyorum. Bursa’da geçit köyünde bir amca vardı, demirelciydi rahmetli. altı yaşındaydım o sıralar, babamla kahveye indiğimde benim ileride demirel’e oy vermem şartıyla “sarı” ısmarlardı bana. Yedigün yani. “Sarı”ydı onun adı orada. Her portakallı soda açtığımda da o amcam aklıma geliyor. Sonra fark ediyorum ki, bu Ankara kalabalığında Bursa’yı çok özlüyorum. ve sonra tekrar fark ediyorum ki, Bursa kalabalığında çocukluğumu çok özlüyorum. Annemin küpeli çiçeklerini, müezzin lojmanı ile bizim evin arasındaki duvara kök salmış o güzel incir ağacını, bahçemizi gölgelendiren dut ağacını, çatıdan çatıya geçerken babamın tepesinden işeyen kedileri, frikik çekerken abandığım için içeri çöken komşu metruk evin kerpiç duvarını.

Her neyse işte, buraya kadar sabredip okuduysanız, benim hiç bir şey anlatmazken bir sürü şey anlatmaya çalıştığımı anlamışsınızdır belki. Tüm bunların hepsi haşhaştan. Hem herhangi bir kötü alışkanlığım yok aslında. Sigara kullanmıyorum, nargile içmiyorum. ( Hatta küçük bir çocuk iken Bursa’da ulucami yanındaki nargile kahvesinde oturan amcaları gösterip, “bunlar sabahtan akşama kadar neden fülüt çalıyor yahu” demişliğim bile var. Fülüt sesini kulağımla duymadığım kesin ama olsun. ) Alkol ile de ilişkim olmadı. “Sen de ot gibi bir adammışsın” demeden önce kafamın hepinizinkinden daha güzel olduğunu bilmenizi isterim. İşte benim sırrım, “haşhaşlı çörek”. Annem cevizlisini yapardı bunu, sobanın ufak fırınında pişirirdi hem de, muhteşem olurdu. “dönük dönük pasta” derdik o zaman ona. Nasıl da canım çekti aslında. Her neyse işte, yalnız yaşamanın ve dahi bekarlığın bir sonucu olarak insan atıştırmalıklara dadanıyor markete her girdiğinde. E sonucunda da haşhaşlı kek işgal ediyor pazar poşetimizin bir kısmını. İşte bu kafa onun kafası. En legal uyuşturucum benim. “Abi haşhaşın bu türlüsü çarpmaz ki yahu, sen yanlış biliyorsun.” diyenler. Harbi mi la?

28 Nisan 2011 Perşembe

Bu Kalbim Kadar Temiz Sayfada Kirli Yüzlü Melekler



Hayat devam ediyormuş. Fizy açılmış, İhl sözlük’te herkes dev bir kedi olmuş, imamın ordusunu dün ilk indirenlerden olmuşum, hatta utanmadan açıp biraz okumuşum. (bilgisayar ekranından kitap okumak kadar insana zulüm olan başka bir şeyin varlığı nadirdir.) Liberaller Kazım Karabekir’in toplatılan kitabının peşinde salvoları püskürtmeye çalışıyor. Ulusalcılar “bir kitaptan bile korktunuz lan ehi ehi” diye gülüyor onlara. Aklı selim insanlar ise, (a bu benim) “siz de kızılderilileri öldürmüştünüz argadaşım” şeklindeki bir savunmanın, davanın meşruiyetine daha da halel getireceğini düşünüyor. Sesimiz cılız çıkıyor biraz ama olsun. Zaten herkes bağırıyor, fısıltıyla konuşanlar daha çok dikkat çeker belki. Peki bu kitap neden bu kadar mesele oldu bunu konuşalım.

Kitabın büyük bölümü klasik ulusalcı hassasiyetlerle cemaat değerlendirmesi. Abilere giden lise 2 öğrencisi bir talebenin bileceği şeyleri çok büyük sırlarmış gibi anlatıyor işte. Bu kısımlar dikkatimi çekmedi bu yüzden pek. Zaten bildiğim şeyleri okumayı sevmiyorum, hatta bu nedenle kişisel gelişim kitapları dahil bir sürü kitabı okuyamıyorum, bana benim bildiğim şeyleri anlatan psikologlara tahammül edemiyorum, beni benden alan antidepresanları ben de dolabımın en iç çekmecesine atıyorum. Ehm evet bu kadar ego tatmini yeter. Kitabın geri kalanı ise, gerek Adil Serdar Saçan (hani şu eski ülkücü yeni apocu, çok acayip kafalar)’ın gerekse diğer polislerin, cemaatin polis teşkilatı içindeki yapılanması ile ilgili. Sanıyorum bu kitabın bilgisini savcılara ileten bilgi kaynağı mevzuyu abartmış biraz. “Sayın savcım bu kitap çıkarsa vallahi patlarız ha!” şeklinde bir istihbarat gelince bizim gözünü budaktan sakınmayan savcılarımız aşırı tepki göstermişler. Cumhurbaşkanı’nın bile tepkisini çekince mevzu, haliyle savcılar kurulunda ufak bir balans ayarı yapıldı. Bir nevi kulağı çekildi savcıların. “Lüzumsuz yere ortalığı germeyin” dendi, ve eminim yine aynı kaynaklar tarafından ” kitapta bir şey yok ya, buyrun okuyun işte” diye internete servis yapıldı. Samanyolu haber sitesinin kitabın linklerini yaymak konusunda iştiyaklı davranması da bunu destekler nitelikte.

Yoruyor ya bu memleket. Her gün facebook sayfama onlarca Yılmaz Özdil yazısı düşmesini, “İşte Türkün Gücü!1!1bir!” şeklinde paylaşımları ilk okulda sümüğünü yiyen arkadaşımın yapmış olması cidden yoruyor.

Aşık olalım diyoruz, o da ayrı bir dert. Modern çağ insanı öyle bir hapsediyor ki, sevdiğinle kız kulesini izlerken yirmi tane boyacı, mendilci, çiçekçi geliyor yanına. Hayır zengin tribi yapıp, “çok pissiniz keşke ölseniz” demiyorum elbette onlara. Farz-ı muhal yanınızdaki sevdiğinize bakıp “Dünyada ne çok acı var Leyla” da diyemiyorsunuz. İmkanınız yok ki tüm fakirliği kaldırın ortadan. E karşıda kız kulesi salınıyor. Yok be abi. Bu sevmeler sevme değil. Attila İlhan noktayı koymuş aslında “Kirli yüzlü melekler”de.

vay anam vay
sen ne dersin istanbul
sen garip bir şair olsan söyle ne halt edersin
kimin gücü yeterse kahretsin parasizligi
sefalet akiyor gürül gürül sokaklardan

Her neyse, besmeleyi böyle yaptık, bu yazıyı da beduh’a havale ettik. O size ulaştırır elbet.

Selametle.